Amy Winehouse’un Camden'ı
Amy Winehouse biyografisi bir süredir Netflix’te izlenebiliyor. Bunu bahane edip Winehouse’un kısacık hayatının büyük bölümünün geçtiği Camden’da bir yürüyüş yapalım
The Hawley Arms’ın yan duvarındaki Amy Winehouse resmi.
Sam Taylor-Johnson’ın Amy Winehouse biyografisi “Back To Black”i bir süre önce gazeteye yazmıştım . Tekrar etmeyeyim. Film Netflix’e geldi. Benim Londra’dan gördüğüm kadarıyla da ilk 10’a girdi ilk geldiği haftalarda. Türkiye’de de hayranları olduğunu, müziğini bilmeyenlerin bile Winehouse’u tanıyıp hayat hikayesin merak ettiğini biliyorum.
Amy Winehouse İngiltere’de hassas bir mesele. Çok seviliyor ve hayatının olaylı geçen özellikle son bir iki yılı hakkındaki ileri geri yorumlar tepki uyandırıyor. Herkes alkolle ve uyuşturucularla ilişkisini, inişli çıkışlı aşk hayatını biliyor elbette. Winehouse her şeyini gözler önünde yaşamış, şarkılarına da yaşadıklarını neredeyse bire bir yansıtmıştı. Yani aslında Winehouse’u magazinden değil şarkı sözlerinden takip ettiğinizde daha yakından tanımış olursunuz. Onu anlatan bir biyografinin bu gerçeği biliyor olması gerekir. Amy hiçbir şeyini gizlemedi. Seksist bir ifade olduğunu bilerek yine de kullanıyorum, “delikanlı” bir ablamızdı.
Winehouse’un Kuzey Londra’dan Camden’a gelişini ve burada popülerliği bulmasının ardından olan biteni anlatma niyetiyle yola çıkan film, benim gibi pek çokları tarafından sığ bir portre sunmakla eleştirilmişti. Winehouse’un kendi kendini öldürdüğü, çevresindekilerin onu kurtarmak için adeta kendilerini paraladığı (özelikle baba Winehouse’dan bahsediyorum) doğru değil.
Amy Winehouse, Enfield’li bir taksi şöförünün kızı. Yahudi aile göçmenlerin yoğun olduğu Londra’nın kuzeyindeki Southgate civarında yaşıyor ve Amy de burada büyüyor. Bu bölge Türklerin de yoğun yaşadığı hatta bugün Türk mahallesi olarak bilinen bir yer. Piccadilly hattının en uç duraklarından Southgate’te inip, sağlı sollu dükkanların bulunduğu ana caddenin paralelindeki arka sokaklara geçerseniz, iki katlı sıra sıra birbirinin tıpa tıp aynı gibi görünen evler sonsuza doğru uzayıp gider. Orta gelirli mütevazi ailelerin yaşadığı, sessiz, sakin sokaklar, okullar... Londra’nın çoğu dış mahallesi gibi. Çocuk büyütmek için uygun ancak içinde azıcık merak ve macera ruhu olan her çocuğun büyüyünce sıkılacağı ve kaçmak isteyeceği mahallelerden. (Hepimiz kendi meşrebimizce aynısını yapmadık mı?")






Winehouse da yıllar içinde Kuzey’den daha güneye inerek Camden’ı kendine mekan edindi. Güney dediysem, Camden aslında Kuzey’in ortası. Çok büyük bir ilçe Camden ve birbirinden çok uzak iki uca doğru yayılıyor. Hem kültürel hem mesafe olarak büyük bu uzaklıklar. Bir ucu Barnet’te diğer ucu City of London’da ve Westminster’da. Bizim Camden diye bahsettiğimiz yerse Camden Town. İçinde Regent’s Canal geçen, mavnaların gelip mal indirdiği, sanayii devrimiyle her yana ulaşımı mümkün kılan demiryollarının gelip birleştiği ülkenin ve dünyanın farklı köşelerinden işçi göçü almış bir yer. 1960’larla birlikte alternatif kültürün merkezlerinden birine dönüşmesini bu arka planı da anlayarak değerlendirmek gerekir. Camden belgeseli eksikleriyle birlikte bunu anlatmaya çalışıyor. Ancak konuyla ilgili en doğru kaynakların kitaplar ve anılar olduğunu düşünüyorum.
Rock, punk, metal başta pek çok alternatif müzik türünün yeşerdiği, adını bildiğiniz neredeyse bütün Brit gruplarının yolunun düştüğü, eski günlerini hafiften arasa da öneminden bir şey kaybetmemiş bir yer Camden Town. Rock’çılar, metalciler, punk’lar, piercing’ciler, dünyanın her yerinden turistler, hepsi burada bir arada. Dev bir kalabalık ve insan topu.
Amy Winehouse’un Camden evreninin merkezi, eviydi. 30, Camden Square adresindeki bu ev Londra’da belki yüzbinlercesi bulunan Victoria dönemi evlerinden biri. Son derece mütevazi bir konut. Karşısında bir park ve çevresinde İşçi Partisi döneminde inşa edilmiş toplu konutlar çoğunlukta. Bir yana yürürseniz Euston ve King’s Cross’a, diğer yana yürüdüğünüzde Camden’ın merkezine ulaşacağınız bir nokta. Bir dünya starına göre çok mütevazi bir yer.
Winehouse, Camden’daki zamanını evi dışında sevdiği ve sahnelerinde çalarak ünlendiği pub’larda geçirmeyi seviyordu. Camden pub’ları sadece pub değil. Çoğunun ya alt ya da üst katında bir sahne bulunur. Bu sahnelerden kimlerin yolunun geçtiğini de bir gün anlatırım. Amy Winehouse, kocası Blake Fielder-Civil ile The Mixer’da tanıştı. Bugün buraya özellikle de filmden sonra turistler rağbet etmeye başladı ama buraların yerlisi olmayan biri için çok ilginç bir yer olduğunu söyleyemem. Bilardo masalarının olduğu bir bölümü olan bir tür alternatif müdavim barı. Londra’daki hemen yer gibi iyi müzik çalar o ayrı konu. Amy’nin son dönemde sevdiği ve arkadaşlarıyla asıl zaman geçirdiği yer The Hawley Arms’dı. Kate Moss’tan Mark Ronson’a bir dönem alternatif camianın uğrak yeri olan bu pub’ın yan duvarında bugün kocaman bir Amy Winehouse duvar resmi bulunuyor. Hafta sonları buraya çok renkli bir kitle takılıyor, rock ve alternatif müziğin en iyi örnekleri çalıyor, kapıda uzun kuyruklar oluşuyor. Camden’ın eski günlerindeki atmosferi bulacağınız ender mekanlardandır.
Dublin Castle bir diğer önemli pub. The Hawley Arms’a yürüme mesafesinde. Bu alçak tavanlı, ufacık sahneli mekan bana eski Beyoğlu’ndaki basık, havasız, hayat dolu barlarımızı hatırlatıyor her seferinde. Ara sıra uğrayıp tanımadığınız insanlarla havadan sudan konuşabileceğini mükemmel bir nokta. Winehouse’un bu neredeyse 50 metrekarelik alanda (sahne de dahil) çaldığını hayal edemiyorum. Daha doğrusu ediyorum ve heyecan basıyor. Dublin Castle, 70’lerde Madness’ın düzenli çaldığı yer. Sonradan Blur, Oasis, Arctic Monkeys dahil bir sürü grup erken dönemlerinde bu ufacık sahnede yer aldı. Winehouse bir dönem burada sadece çalmadı, neredeyse yaşadı. Teknik olarak Camden Town’In turistik alanını hafifçe dışında yer alıyor bu pub’lar.
Camden’da yürüdüğünüzde Winehouse’un izini her yerde görebilirsiniz. Neredeyse her mağazada resmi, her duvarda stensil’i, Camden Market’ın içinde heykeli var. Öleli yıllar oldu ama ruhu Camden’da dolanmakta. Ben buradan geçerken -ki evime yakın olduğundan sık sık yolumu düşürürüm- kulaklıkları takar “Back To Black”i ateşler baştan sona bir gezerim. Hafta içiyse The Hawley Arms’ın alt katına, hafta sonuysa üst kattaki terasa kapağı atar bu “eski Beyoğlu” ortamının tadını çıkarırım.